11 Aralık 2010 Cumartesi

Ölüleri Gömün


... diye buyuruyor generaller. Eger birisi öldüyse sonucunda gömülür; fakat bu kez ölüler reddediyor gömülmeyi. Savasin tam ortasinda hem de, ikna olmuyorlar yerin iki metre altina inmeye.

Istanbul Devlet Tiyatrosu'na, Irwin Shaw'in yazdigi, Coşkun Büktel'in cevirip Şakir Gürzumar'in yönettigi bu harika oyunu biz tiyatroseverlerle bulusturmasindan dolayi minnetlerimi sunuyorum. Oyun zamani gelip, Sisli Cevahir Alisveris Merkezi'ndeki Cevahir Salon 1'e girdigim ve koltuk arayisina koyuldugum an farkettim: dogru zamanda dogru yerde olduguma.

Salonu adeta bir sis kaplamis, savas yillarinin o soguk ve kasvetli havasina cabucak kapilivermistim. Oyunun baslamasiyla gozümüzün önünde ölüler, birbiri üstüne, özensizce firlatilip; yigiliyordu. 48 saat önce yanlarinda olan arkadaslari, simdi onlarin kokularina dahi dayanamiyorlardi ya da daha fazla dayanacak gücleri kalmamisti.

Gömüldükleri yerden büyük bir isyanla ayaga kalkan alti ölü asker, simdiye kadar aldiklari onca emre karsilik onlarin da sesinin duyulacagi an'i bekliyor, siranin onlarda olduguna inaniyorlardi. Sonunda devletin, askerin, kilisenin, basinin ve daha nicesinin ilgisini kazaniyorlar; ancak istedikleri sonuca ulasabiliyorlar miydi? En iyisi mi siz de kacirmayin bu muhtesem oyunu ve nefesinizi kesmelerine izin verin.
Savas karsiti, "cok" basarili oyunculuklarla, dekor ve efektlerle, salonda oldugu kadar, burada da ayakta alkisi hakediyor. Ellerinize saglik, harikaydi.

10 Aralık 2010 Cuma

Seninki kaç santim?

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Greenpeace, daima takipcisi oldugum ve her kampanyasina destek oldugum muhtesem bir topluluk. Her firsatta da dunyadaki her seyin alarma gectigini farkindalik kampanyalariyla bizlere duyuruyor. Bu kez dikkat cekmek istedikleri nokta: Denizden babam ciksa daha iyi olur. Ben daha cok kucugum.

Son zamanlarda begendigim nadir reklamlardan biri olan "Denizden babam ciksa yerim abi!" ile Vodafone reklami. Reklamdaki gencler Vodafone'dan bir seyler istiyor, Vodafone da hemen gerceklestiriveriyor; iste bu kadar basit. Oysa denizdeki kucucuk, yavru baliklarin istedikleri cok daha basit. Ama oyle ya onlarin dili mi var ki anlatsin size? Bu yuzden de Greenpeace yavru baliklarin derdine derman oluyor ve bu kez dunyayi baliklarin agzindan uyariyor: Etmeyin!

Anlamakta zorlandigim bir konu var bu noktada: bizim de dahil oldugumuz bu ekosisteme neden gereken degeri vermiyor ya da veremiyoruz? Nasrettin Hoca fikralariyla buyumus olmamiza ragmen halen ders cikaramayan bir zihniyet hakim hepimizde. Ahlanip vahlanmak yerine, bindigimiz dali keseyelim; kampanyaya destek cikalim. Boylece hepimizin buyutecegi bir yavru baligi olsun.

Bu kez gulmeyelim aglanacak halimize. Harekete gecelim.



7 Aralık 2010 Salı

Hayat zor(!)



Her seyin fazlasini yasamak cok zor. Mesela fazla fazla yemek, fazla fazla uyumak, fazla fazla sevmek, fazla fazla yurumek... 


Sehirden fazla fazla uzaklasmak istedigin o an! Kacarak kurtulacagini sandigin tum o fazlaliklar... Fazla kilolar gibi bir seydir; kacarak kurtulamazsin; yuzlesmen gerek. 


Bugun ne cok bahsettim yuzlesmelerden, farkindaliklardan, kovalamak ya da asla vazgecmemekten. Fazla fazla konusmak da iyi degildir. Karsindakinin bir zaman sonra sana yonelttigi sohbetten uzak bakislariyla kendine gelirsin. En zoru da budur: Nasil toplayacagim simdi bunca sactiklarimi? Simdi susarsam eger o fazla fazla konusmalarimin sonunda sanki fazla fazla susuyormus gibi olacagim. 


Lafi fazla uzatmadan sonlandiriyorum. 


Yaşamaya bakin.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Özgürlük(s) degildir!

Bir yasam felsefesi de degildir! Özgürlük yasamin kendisidir. Bu konuda söyleyecegim tek bir sey var: Özgürlük benim -ya da senin- varligimla baslar. Ben 'basla'mazsam, zaten özgürlügü düsünecek bir ben olmayacaktir; orada ya da burada.


Karsina gecip; gel hadi mumlarimizi yakip "özgürce" beyaz güvercinlerimizi göklere salalim, demeyecegim elbette.  En genel-gecer tabirle, "Senin özgürlügünün bittigi yerde benimki baslar" diyip ahkam da kesmeyecegim. Onu bunu sorgulayip; gözler önüne de sermeyecegim. Burada sadece: Sen özgür bir insansin diyip; bir köseye cekilip seni izleyecegim ve sadece anla(!)mani bekleyecegim.


Bir sey var dilimin ucunda ama, özgürce söyleyemiyorsam ne aci bana!
Özgürlük ne ola' bu dönemde? Cinsel tercihlerini özgürce yasayabilmek mi, yoksa din isleriyle gönül islerini özgürce dile getirebilmek mi? Ne kadar cok dile getireni vardir simdiye kadar kim bilir; ki kimse bilemez. Cünkü herkesin özgürlügü kendine, bu dönemde.  


Bana sakin acima(!), der sevdigim bir insan. Acimak, bana yapacagin en buyuk hakaret olur, diye devam eder. Acimam! Neden aciyayim ki zaten? Acinasi olsan, neyse... Oyle olsan da acimam, o sensin. Bilirim ki, herkesin bir yerleri burkulabilir, ayagi tökezleyebilir. Ben sana ancak, özgürce haykirmadigin müddetce acirim. Fikirlerini özgür birakmadigin sürece...


Kapana kisilana kadar cogu kimse özgürlügünü kendisinin kisitladiginin farkina bile varamaz. Buna istersen iki ask arasinda kalmak de ya da bitmeyen okulun seni nasil kisitladigindan bahset saatlerce. Sen tutsaksan eger, bir tek "kendi kafanda" tutsaksindir. Seni ne ben, ne baska bir kuvvet alikoyamaz; bunu en iyi sen bilirsin. 


Eger bir seylere, birilerine kizginsan bunu ilk once kendine özgürce soyleyerek basla mesela, baskasina kizginligini söylemeden once. Neye, kime, ne zaman, ne icin kizmistin? Söyle ve düsün: Ne kadar özgürce konusuyorsun kendinle? Ne kadar özgürsün ya da ne kadar kendinsin bir zamandir? 


Hep sorarim boyle tuhaf sorular.


Özgürce, umutlu bir yarin gelsin diye, bir mum yakmak gerekiyorsa eger; ben gider hemen yakarim. Sönerse sönsün; ben bir yenisini daha yakarim. Sonunda aklimi özgür birakir; biraz da lüks-üme bakarim. 


Seni izliyorum simdi. Bakalim sen ne yapacaksin?

2 Aralık 2010 Perşembe

Blog'la laffie!

Benim internetle olan tanisikligim cok uzun yillara dayanmiyor malesef. O zamanlar, malum, bir "sahne" ismine dahi sahip degilim. Farkli bir seyler bulmak, yazmak gerekir diye kendimi dakikacalarca zorladigimi hatirliyorum. Gozlerimi kapattim, sagda solda ilham aradim, kitaplari acip belki turetecegim bir seyler cikar diye rastgele kelimelere yoneldim... 

... derken, bir anda buluverdim o sihirli ismi! Gozumun onundeymis megerse yillardir ve ben onu gormemisim. Hapsoldugu zindanlardan saliverdim ismimi, ozgurce benim olsun diye! Ben de onu, sanki yillardan beri benimmiscesine sahipleniverdim bir anda ve bir daha da birbirimizi hic birakmadik. 

Romantizmin kimseye faydasi yok degil mi? Zaman yok: hikayeler yaratmaya, yel degirmenleriyle savasmaya, yeni bir dunyaya yolculuga cikmaya... Ben de uzatmayayim oyleyse.

Uzun lafin kisasi, "laffie" ile ilk tanisan, zamanin sosyallesme platformu: Msn. Zamaninda ne buyuk sukse yapti, ne cok sorular soruldu... Tabi sonrasinda Facebook, ardindan Twitter... Yuksek musadelerinizle simdi de sizlerle!

"Yazacak İllaki" ile beni, bensizligi, işlerimi, işsizliklerimi, hislerimi, hissizliklerimi, gorduklerimi, gor(e)mediklerimi, duyduklarimi, duy(a)madiklarimi sizlerle paylasacagim. 

Simdiden keyfini cikarmanizi dilerim. 

Iyi ucuslar.