1 Eylül 2012 Cumartesi

Sardı korkular, işte o zamanlar!


Var olmayan şeyleri neden öyle değilmiş gibi yaşıyoruz? Korkular mı yoksa bağımlılık mı bu? Ah babacığım, bizden kaçmadan önce her şeyi açıklamalıydın(!).

Yıl 1997 ya da 98. Aylardan ya Nisan ya da Mayıs -ılık bir zamandayız- bizden uzakta yaşamaya başladığı ilk zamanlar... Henüz hafta sonları görebildiğim babamın 10 ya da 11 yaşındaki biricik kızıyım. İpin ucu ne zaman kaçtı, hiç sormayın.  

Ya da ben size birkaç şey anlatayım... 

Uzun uzun yollar vardı o zamanlar, hafta sonlarının vazgeçilmezi Bodrum kaçamakları... Bir araba dolusu kahkaha, bazen de virajları alamayan mide gurultuları... Mide sıvısından boğazının acıdığı, alışveriş poşetlerinin birçok farklı işe birden yaradığı, ayın nereye gidersen git seni beni takip ettiği zamanlar... 

Ama her şey yolundayken aniden bir tilki önünüze çıkar, bir tren rayından çıkar, biri birilerinden kaçar, köprüler yıkılır, sular yükselir, yollar kesilir... 

Birileri kaçarken, sadece ardından bakılır, olduğu gibi, kovalamadan... Kovalamanın ne anlamı var? Büyük balık da olsa kaçmış gitmiştir işte. Hiçbir şey eskisi gibi karşılanamaz, o zamanları hatırlayamaz bulursun kendini. 

Sonrası mı?

Sonrası bildiğin hikaye. 

Ve bir türlü geriye döndürülemeyen "keşkeler" ile yol her zamanki hızı ve kararlılığıyla devam eder. 

Genç kadın gözlüğünü çıkarır, koltukta arkasına yaslanır ve sahne biter.



"I can't go back, I'm a human sacrifice!" - Big Fish


17 Ağustos 2012 Cuma

Keşke hiç hasta olmasaydım dediğiniz oluyor mu?

Ne bileyim, oluyordur herhalde size de. Bana sorarsanız; hiç bulaştırmasanız beni o konulara(!)

Sadece yalnız ve çaresiz hissetmeyin kendinizi istedim. Yoksa bir adım sonrası zaten yok. Hastasınızdır ve insanlar sizin hasta olduğunuzu bilerek davranır. Ya uzaktan bakar ya da yakından bakar gibi yapar.

Dedim ya üzülecek pek bir şey yok, bir adım sonrası yok.

Kendinizi suçlamaktan vazgeçip, kendinize alışın ve biraz daha fazla sevmeye çalışın.

Keyfinize bakın.

Bu Mide Bulantısıyla Zor!

Bu yazıya bir iç döküş gibi başlamak geldi içimden, yok ama öyle yapmayacağım tabii ki de. Siz de fark edin diye yazacağım bir şeyler.

Sağınıza solunuza bir bakın şimdi lütfen. Eşin, dostun seni ne çok seviyor değil mi!? Empati denen o mereti nasıl da ustaca kullanıyorlar bir de üstüne. Her zaman senin yanındalar, peki ya aslında neredeler? Aslında akıllarından ne geçiyor o anda? Düşündükçe mide bulantısı ikiye katlanıyor.

Her bir adım çıkar için atılıyor, her bir söz kendini güvene almak için, her yakınlıksa yalnız kalmamak için... Geçtiğimiz günlerde İşler Güçler'de denk geldim bir söze, safça sevmekten, hala insanlara inanmaktan bahsediyor Murat Cemcir. Ama insanlar hiç içten değiller, olamıyorlar, olamayacaklar da maalesef! Ah içimden neler yazmak geliyor bir bilseniz...

Tek bir şey söyleyip susacağım bir süre; yalnızız biz her zaman, olmadığımıza inanmak istesek de...

Hiçbir zaman kendiniz kadar iyi kalpli birini bulamama ihtimalini en derinlerde bir yerde bilerek yolunuza devam edin, hoşça kalın, kendinizle mutlu kalın!

İşler Güçler'in hangi sahnesinden bahsettiğimi merak edenler için Murat Cemcir'den geliyor: 

18 Aralık 2011 Pazar

Bukowski Lives

Uzun süreli ayrılığın ardından karşınıza çıkmadan önce yapmam gereken ilk şey kendimi affettirmek olmalı diye düşündüm. O yüzden izninizle Bukowski ve Coka'dan bir alıntıyla kaldığım yerden devam ediyorum. Keyifle kalın...




Yes yes
When God created love he didn't help most
When God created dogs He didn't help dogs
When God created plants that was average
When God created hate we had a standard utility
When God created me He created me
When God created the monkey He was asleep
When He created the giraffe He was drunk
When He created narcotics He was high
And when He created suicide He was low

When He created you lying in bed
He knew what He was doing
He was drunk and He was high
And He created the mountians and the sea and fire at the same time

He made some mistakes
But when He created you lying in bed
He came all over His Blessed Universe.

Charles Bukowski






COKABOOK.LOOK: bukowski lives: saturday night with bukowski! yes yes when God created love he didn't help most when God created dogs He didn't help dogs when God cr...

13 Haziran 2011 Pazartesi

Türbülans gibi mesela

Başlangıçlar her zaman korkutur beni. Mesela uçağa bindiğim ilk anlar... Uçak kalkmaya başladığı o, kanat çırpmaya çalışır hali... Sanki başaramayacakmış gibi geliyor her kalkışında. Özellikle ben içindeysem ve kanatlara en yakın koltuktaysam. Genellikle cam kenarında ve tek başıma yolculuk yapıyorum ve bir de korkmuyormuş gibi yapıyorum. Huyum bu, yanımda korkan biri varsa onu sakinleştirmek için sanki hiç korkmuyormuşum gibi davranıyorum. Ne kadar başarabiliyorum, bilmiyorum.

Başlamak zordur; söylemiştim. Ama belki de aslında uçaktaki en büyük korkuyu, uçağı yönetenler -pilotlar ve hostesler yaşıyor. Kalkarken değil belki ama uçuş süresince gerçekleşecek herhangi ters bir durumda -düşünsenize uçak türbülansa girdiğinde... Sanki çakıllı bir yolda gitmeye çalışıyorsunuz gibi, hatta içinizi hop ettirecek kadar da çok çakıl var gibi. Durumu kontrol altına alan host ve hostesleri örnek almak lazım o yüzden hayatın her anında.

Korkmak, geleceği görememekten dolayı, ölümden dolayı içimize işledi bu zamana kadar. Eğer uçağın sağ salim ineceğini biliyorsan neden kalkışında bu kadar korkasın ki, öyle değil mi? Gelecekten korkarak, kalkış sırasında keyif almaya çalışmamak çok saçma. O yüzden artık kalkıştaki korkumu kabul edip, gerçek korkuyu hissetmeye çalışıyorum. O an'ı en derinine kadar içinde hissederek... Gelecek, zaten gelecek. Sen korksan da, korkmasan da...

11 Haziran 2011 Cumartesi

Şu aynayı kırmak lazım

Baktığın zaman gördüğün şeylerin gerçekliğini sorguladığın zamanlar olmalı. Mutlaka!

Kimi zaman -kendini- yaşadığın ya da yaşattığın metaforun içinde mutlu görebilirsin. Kimi zaman yalnız, kimi zaman öfke dolu ya da üzgün... Oysa ki yaşandığı halde farkına bile varılmayan milyarlarca "an" dolanıyor etrafta.

Farkına varmanı istediğim tek bir şey var; o da aklını kurcalayan şeylerin, kendi aklının yaratıcılığından kaynaklandığını kabul etmen. Mesela saçlarını uzun görmek istiyorsun; en yakın kuaföre gidip bir peruk alır, kendini görmek istediğin gibi görürsün. Artık hep istediğin gibi uzun saçlı, mutlu, her şeyi yolunda, evi, işi, arabası son moda, karşı konulamaz birine dönüştün. Kendine neden hep aynalardan bakmaya bu kadar niyetlisin, hiç düşündün mü?

Hep takındığımız maskelerden bahsedip durduğumuz, başkalarına karşı 'dürüstmüşüz' gibi yapmamız gerektiği söylenen bir dünyada yaşıyoruz. Yapmayın lütfen. Hangimiz hayatını kendine karşı, ne kadar dürüst yaşıyor ki? Hep başkaları var hayatımızda. Seni oluşturan şey 'başkaları' mı sanıyorsun?

Aynadaki yansımana baktığında gördüğün şey, yalnızca başkalarının gözünden kendini görmek istediğin şeklin. Bir şeyler ya genlerinden geliyor ya da sana dayatılıyor bu dünyada. Kafaların boşaltılıp, yerine cinsiyetlerin, ırkların, paranın, itibarın yerleştirildiği bir dünya burası. O yüzden 'Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.' alıntısından kendine pay çıkarmanın zamanı geldi.

Neden bahsettiğim konusunda fikri olan var mı?

7 Haziran 2011 Salı

Bugün...

Duyguların sabitlenmediği ve anların daha da değerlendiği kısacık ömrüme, koskoca hayaller ve rengarenk rüyalar sığdırabilmeyi istiyorum. Her yeni gülümseyişim yepyeni yarınlar için yol göstersin istiyorum. Hayallerin rüyalara karıştığı gerçeklerle yüzleşmek istiyorum.

İnsanoğlu, korkuyla yüzleşiveriyor böylesine masumca istekleri karşısında. Cevapları ya da savunması olmayan yalanlarla karşılaşıveriyor. 'Ya' diyor; 'ya tüm bu dileklerim hayal olarak kalırsa?'... Ne saçma değil mi? Saçma çünkü her zaman karşımıza iki olasılık çıkıyor ve bir seçim yapmamız gerekiyor. İşte bu seçim senin ya da benim korkumun ya da korkunun ta kendisi! Korkmak yerine üzerine gidilecek yüzlerce yalan, yaşanacak binlerce hayal var. İzin ver ve sadece derin bir nefes al. Çünkü her yeni gün bir başlangıç...

Yeniden başlıyoruz.